Psikometri’nin Tarihçesi

Ölçme ve Değerlendirme alanının ya da geniş anlamda ele alırsak psikometri’nin tarihçesi’ni yazının devamında bulabilirsiniz.

 

    Ölçmeden Ne Anlıyoruz?
Psikometriyle az çok ilişkili tüm kitaplarda ölçme, gözlenen olaylara, durumlara, özelliklere sayılar veya semboller atama, bu olayları, durumları, özellikleri sayılarla veya sembollerle ifade etme olarak tanımlanır.
Bu tanımı burada bahsedilmeyen diğer ölçme tanımlarının ortalaması olarak kabul edersek ölçme tanımının iki ana uçta salınım gösterdiğini söyleyebiliriz. Birinci uç ölçülmek istenen olaylara, durumlara, özelliklere öncelik tanıyan uç, ikinci uç ölçülmek istenen olaylara, durumlara, özelliklere tayin  edilen sayılara, sembollere ve bu sayılar veya semboller arasındaki çeşitli tür ilişkilere önem veren uçtur.
Burada biz, ölçmenin son dönemde ulaştığı gelişim noktasına olan etkilerinin çokluğu dolayısıyla ikinci uca yakınlığımızı korumaya çalışarak iki ucun da gelişim çizgilerini incelemeye çalışacağız.

    Ölçmeye Neden İhtiyaç Duyuyoruz ya da Ölçme Neden Önemlidir?
Ölçme, incelenmeye açık her bir düşünsel alanın kendisini tartışmaya ve bu tartışmalar sonucu gelişmeye açabilmesinin ön koşuludur. Yani ölçme, tanımından hareket edildiğinde özellikle 20. yy sonu ve 21. yy başında bilginin gerek doğrulanabilmesi gerekse yanlışlanabilmesinin temel şartıdır. En ilkel biçimiyle sınıflandırılmamış, en gelişmiş haliyle belli deneysel işlemlerden geçirilmemiş, kendi içinde benzerlik ya da farklılıklarına, kaliteli ya da kalitesiz oluşuna göre ögeleri arasında sıralam ve yerleştirme işlemleri yapılmamış, başlangıç ve bitiş noktası saptanmamış kısacası sistemli hale getirilmemiş bilginin işlemlenmesi de mümkün değildir.
Çeşitli bilim dallarında bu bilim dallarının incelediği alanı tanımlayabilmek ve ilgilendiği alanı kontrol altına alabilmek için her geçen gün daha keskin, daha dakik ölçme araçları geliştirilmeye çalışılmaktadır. Tıp, daha iyi görüntüleme teknikleri, psikoloji, daha güvenilir ve geçerli testler ve envanterler, fizik, ilgilendiği allt alana göre değişmek üzere daha duyarlı gravitasyonel formüller bulma çabasındadır. Çarpıcı olması açısından ülkemizdeki son dönem deprem tartışmalarında depremin niteliği ve yordanabilirliği üzerine yorumlar ayrıntılı sismograf verilerine dayanılarak yapılmıştır. Örneklerden de anlaşılabileceği gibi ölçme, saf bilginin karşılaştırılabilir ve sınanabilir hale getirilmesini sağlayan bir zemindir.

    Ölçmenin Tarihsel Temelleri
Yukarıdaki başlık konuya hızlı bir girişi vaad ediyor gibi görünse de biz önce ölçmenin tarihsel temellerine bakış açımızı kısaca tanımlayıp daha sonra konuyu ele alacağız.
Bilim ve ölçmenin ilk defa yanyana gelişi bilimin ortaya çıkışıyla aynı güne rastlar. Bilim, insanlığın duyumsal algılamalarına bağlı bir “kaos” tan bir düzen çıkarma çabasıdır. Böylece olup bitenleri tahmin edebilmeyi ve belki de kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Her bir dönemde olup bitenlere ilişkin olarak o dönemdeki düşünürler ve bilim adamları tarafından yaygın olarak kabul edilen bir bakış açısı vardır. Gerçekleşen tüm olaylar bu bakış açısına göre yorumlanır ve değerlendirilir hatta bilimsel çalışmalara başlanmadan önce bu bakış açılarını temel alan hipotezler ve kuramlar ortaya atılır. İşte bu şekilde bir dönemde yaygın olarak çoğu düşünürün ve bilim adamının paylaştığı bakış açısına “paradigma” denir. Paradigmalar sözel olarak ifade edilmezler ve çoğu kez farkına varılmadan öğrenilip çalışmaları ve düşünceleri etkilerler. Örneğin günümüz psikoloji yaklaşımında  temel bir paradigma olarak bireylerin psikolojik davranışlarının tek tek ve birbirinden bağımsız olarak incelenebileceği kabul edilir. Fakat psikoloji tarihinde zaman zaman insan davranışlarının bir bütün olarak algılanması gerektiği ve davranışları yöneten gücün tek bir boyuta indirgendiği; bir paradigmanın hakim olduğu dönemler de olmuştur. Örneğin Freud’ un kuramı zekadan kişiliğe, duygulardan hastalıklara tüm insani özellikleri id-ego-süperego bağlamında açıklar. Bunun altında davranışın tek boyutlu olduğu varsayımı yatar. Bugünse biz insanı duygusal, bilişsel, bedensel gelişim dönemlerine ayırıp süreksizlik ilkesiyle inceliyoruz.
İnsan, ilk kez çevresine bakıp içinde varolduğu (dasein) fiziksel ortamın kendisinden ayrı bir şey olduğunu farkettiği andan itibaren bu fiziksel ortamı ve ondan gelebilecek tehlikeleri kendisine haber verecek ipuçlarını anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu anlamlandırma süreci en genelden en özele doğru bir sıralama izlemiştir. Çünkü insan kendisini korumaya programlıdır ve yeni bir ortama girdiğinde zihnimizde ilk oluşan emir burasının genel olarak tanıdık, bildik bir hale dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği sorunudur. İnsan önce içinde bulunduğu evreni daha sonra da kendi vucudunu incelemeye başlamıştır. Gerçekten de felsefeden ayrılan ilk bilim astronomi son bilim de psikolojidir. İnsanoğlu ilk önce evreni ve kendisini en genel anlamda açıklamak için mitolojik modelleri
kullanmış daha sonra da animistik ögelerin kontrolüne inanılmış, antik yunanda “evren nedir” sorusuna verilen cevapların niteliği değişmiş yani paradigma kırılması olmuş, daha sonra ortaçağda paradigma sarkacı (Foucault sarkacı) tekrar rasyonalist uca gitmiş, aydınlanmayla birlikte sarkaç tekrar deneyimci uca kaymıştır.
Yukarıdaki bilgileri ölçmenin tarihsel gelişimiyle ilişkilendirip düşündüğümüzde karşımıza çok daha kolay kavranabilir bir şema çıkar.
İnsanoğlu varoluşunun ilk döneminde diğerlerinin ve dünyanın hangi parçalardan hangi miktarda oluştuğundan çok diğerlerinin genel olarak ne olduğuyla ilgilenmiştir. Bunun için benzerliklere başvurmuş, benzer olmayanları ileride 18. yy psikologları anlatılırken tekrar bahsedileceği gibi hata kabul edip ya yoketme (ortaçağdaki gibi zihinsel özürlüleri ve sakatları öldürme) ya da yoksayma yoluna gitmiştir.

    Antikçağda Neler Oldu?
Bugün için antikçağa ait tek bilgi kaynağımız mitlerdir. Homere’ in İlyada ve Odessia destanları delilik ve zihinsel bozuklukları tanrıların cezaları olarak anlatır.
Batıda mitolojik ögeler varken doğuda ahlaki öğretiler ve bir kişinin iyi olması için gerekli evrensel kurallar vardır. Konfüçyüs ve Lao Tzu evrensel ahlak ilkelerini yayarlarken öğrencilerini belirlemede veya öğrenilenleri sınamada bir ölçüt veya bir sınav koymamışlardır.

    Platon – Aristo: Sarkacın İki Ucu
Günümüz düşünce tarihi öyle denilebilir ki tüm çatışmalarının temelini Platon ve Aristo’ nun düşünsel çatışmasından alır. Platon çağdaş metafizik görüşün babası sayılırken, Aristo günümüzdeki anlamıyla tam bir profesördür. Varolanı ve onun yasalarını incelemek için kullandığı yöntemler ve ortaya attığı doktrin materyalist yaklaşımın temelini oluşturur.
Platon kendi kurduğu liseye öğrenci seçerken matematik bilmeyi ön koşul olarak koyuyordu. Lisenin kapısına “matematik bilmeyen giremez” yazmıştı. Fakat dönemin paradigmasının etkisi Platon’ da da görülür. Dönemin temel sorusu (Foucault ve Althusser’ e göre episteme, Kuhn’ a göre disiplin matriksi) “evren nedir ve bu evren içindeki insan nedir?” dir. Yani Platon da algının ve psikolojik özelliklerin genel ilkelerini arıyordu. Aristo da kavramsal olarak Platon’ dan farklı bir şey yapmamıştı. Aralarındaki tek  fark  Aristo’ nun  Platon’ a  oranla  daha  somut  ve ayrıntılı  bir psikolojik yapı modeli önermiş olmasıdır.

    Ortaçağ: Çağdaş Dünyayı Oluşturan Kap
Ortaçağ savaşların arttığı, artan savaşlarla birlikte insanların karamsarlığa girdiği bir dönemdir. Bireysel farklar ilk defa ilkel düzeyde farkedilmeye başlanmıştır. Yahudiler, büyücüler, akıl hastaları, zihinsel özürlüler savaşların sorumlusu ilan edilip öldürülmektedirler.
Ortaçağ sürecinde Franz Joseph Gall (1758-1828) ortaya çıkana dek hiçkimse sınıflama, sıralama, ölçme gibi kavramları öne sürmemiştir. Bu arada söylenebilecek tek istisna Osmanlıların hakimiyetleri altında bulunan hristiyan ailelerin “zeki” çocuklarını sarayda “Enderun Mektebi” nde devşirme usulüyle yetiştirmeleridir. Elimizde bu çocukları seçerken kullandıkları ölçütlere ilişkin çok fazla veri olmamasına rağmen bazı kaynaklarda bu çocukların hazırcevaplılığına, fiziksel sağlığına dikkat edildiği söylenmektedir.

    Gall ve İşte Ölçme
1700’ lü yılların Avrupa’ sı bilimsel devrimlerin  (biz  bunu  paradigma kırılması olarak değerlendiriyoruz) arttığı bir dönemdi. Ortaçağın katı dini yaklaşımı evrenin ne olduğu sorusuna tartışmasız cevaplar veriyordu, bu çok fazla belirlilik insan düşüncesini rahatsız etmeye başlamıştı. Sarkaç diğer uca kaymaya başladı. Evrenin, insanın varlığı, neyden oluştuğu, ne olduğu tekrar sorgulanmaya başladı. Tales’ in evreni oluşturan maddeyi su olarak tanımlamasıyla başlayan ve Aristo’ nun Topikler’ inde ayaltı ve ayüstü olarak ikiye böldüğü evrenin ne olduğu tartışması ortaçağın araya girmesiyle dinin tartışmasızlığı altında büyük bir sessizliğe girmişti. Fakat artık bu kadar belirlilik rahatsızlık veriyordu. İnsan evreni bilemez, sadece tanrıya ulaşmaya çalışır paradigması yerini insan evreni ve kendisini bilebilir ve ayrıntılarıyla tanımlayabilir paradigmasına bırakıyordu. Aristo ve Hristiyanlık sarsılıyordu. Tüm düşünürler yeni evren modelleri ve insan fizyolojileri çıkarmaya başlıyordu. Bu düşünürlerden birisi olan Gall, alman bir fizyologtu. Soyut ve spekülasyona dayanan tüm bilgiye karşı çıkıyordu. Gözlem yapmanın önemini çocukluğunda kendisi kadar zeki olmadığına inandığı sınıf arkadaşlarının kendi deyimiyle “pörtlek” gözleriyle aldıkları notlar arasındaki ilişkiyi farkedince anlamıştı. Fiziksel ve ruhsal özellikler arasındaki ilişikiye yönelik bu gözlemi Gall’ in yıllar boyu yaptığı çalışmaları için kuramsal bir dayanak noktası taşıyacaktı. Aslında ruhsal özelliklerin fiziksel görünüşe yansıdığı ve bu fiziksel özelliklere bakarak kişilik hakkında karar verilebileceği düşüncesi Gall’ den önce de vardı. Bu görüşün babası John Kaspar Lavater’ di (1741-1801). Daha sonra ünlü İtalyan kriminolojist Cesare Lombroso “suçlu tip” üzerine oldukça etkili bir inceleme yayımladı. Bu inceleme bugün bile hala suçlunun hilekar bakışlı ve alaycı olması gerektiği mitinde yaşamaktadır. Biz Gall’ den çok uzaklaşmadan onu ve frenolojiyi incelemeye devam edelim.
Gall’ e göre bilimden elde edilen bilgiler bireysel farklılıkları açıklamalıdır. Beyin, Gall’ e göre ruh’ u (psişe) salgılayan organdır. Bu organın şeklindeki, yapısındaki farklılıklar kişilikte ve yeteneklerde farklılıklar yaratacaktır. Gall’ in temel amacı beynin belirli bölgeleriyle belirli davranışlar arasındaki ilişkiyi bulmaktı. İnsanların kafalarını açamdığı için Gall, iyi gelişmiş beyin bölgelerinin kafatasında daha şişkin olacağını düşünmüştür. İnsanların davranışlarını gözleyip kafataslarını inceleyerek (örneğin hırsız çocukların kafataslarındaki şişkinlikleri bulmaya çalışmış ve hepsinde kulak arkasındaki bir bölümün daha şişkin olduğunu bulmuş) 27 temel özellikle ilgili bir sınıflama yapmıştır. Öğrencisi Spurzheim, Gall’ in yöntemine zihin bilim anlamına gelen “frenoloji” adını vermiştir.

    19. yy Sonu: Bireysel Farklılıklar Çıkmaz Sokağı
19. yy sonu ve 20. yy’ ın başıyla birlikte ilk psikologlar tepki zamanı, sinir iletim hızı gibi konularda çalışmaya başladılar. Bir alman fizikçisi olan Hermann von Helmholtz, sinirsel iletme hızını hesaplamaya çalışıyordu. Helmholtz, yaptığı ölçümlerde bu sürenin saniyede 26 metre olduğunu saptadı. Bulduğu bu sonuçlar genel bilim çevrelerinde zihinsel faaliyetlerin ölçülebileceğini düşündürmeye başladı. Nitekim Donders, hazırladığı bir düzenekle basit tepki hızını 150 m/sn, herhangi bir uyarıcıyı ayrıştırıp karar verme sürecini 230 m/sn olarak hesapladı. Böylece bir bireyin yargılama için ayırdığı zamanı 230-150=80 m/sn olarak belirledi.
Bu çalışmalar ilk zamanlarda coşkuyla yapılıyordu ama bir süre sonra zorluklar çıkmaya başladı. Bu zorluk bireysel farklılıklardı. Önceleri her bir ölçmede oluşan sapmaları ölçmeden ve ölçme araçlarından kaynaklanan hatalar olarak yorumlamaya çalıştılar fakat evrensel zihni incelemeye çalışan Wundt bu durumdan iyice sıkıldı. Bu durum Wundt’ un Amerika’ lı öğrencisi Cattell’ inse çok hoşuna gitmişti.

    Sir Galton, Size Baba Diyebilir miyim?
Cattell, henüz Wundt’ un yanında doktorasını tamamlayıp dönmeden önce İngiltere’ de 1860’ larda Darwin’ in üvey kuzeni olan bir adam yeni birşeyler yapmak, bitmek tükenmek bilmez merakını doyurmak için çalışmalar yapıyordu. Tıp okumuş olmasına rağmen Afrika kıtasını keşfe çıkıyor, gemilerin dalgalardan etkilenmesini önleyecek (her ne kadar başarısız olsa da) mekanizmalar geliştiriyor, ilkel telgraf makineleri yapıyordu. Sürekli bir arayış içindeki bu adam Francis Galton’ dı. Darwin, 1858 yılında Beagle gemisiyle yaptığı seyahatten elde ettiği bilgileri “evrim” adı altında henüz yeni yeni oluşturmaya başlamışken Alfred Russel Wallace isimli genç bir bilimcinin kendi görüşlerine çok benzer görüşler öne sürdüğünü görüp alelacele “Türlerin Kökeni” ni yayımlayınca Galton, çocukluğundan beri aradığı ilgi alanını bulmuş oldu. Galton, Darwin’ in kuramındaki insanla ilgili önermeleri hemen kavramış ve yeni bir sorunun etkisi altına girmişti. İnsanlar birbirinden ayırt eden ve bu yüzden türün gelecek evriminin anahtarını elinde tutan aktarılabilir özellikleri belirlemek istiyordu. Bu ayrımların belirlenmesi hiç kuşkusuz bir “ölçme” sorunuydu.
İşe önce kalitesi yüksek genlere sahip kişilerin (kalitesi yüksek olmayı Galton, seçkinlik olarak isimlendirir ve tamamen keyfi seçkinlik göstergeleri seçer) ailelerinde bu genlere sahip olanların sayısını çıkartarak başlar. Elde ettiği sonuçlarda seçkin erkeklerin seçkin akrabalarının oranının bütün nufus içindeki oranından daha yüksek olduğunu bulur. Seçkinliğin aile içerisinde işlediğini gösteren istatistiksel eğilimler hakkında kesin bilgiler elde eder. Fakat bunlarla  yetinmez  ve  zihinsel  yeteneklerin aktarılması konusunda çalışmalar yapmaya  başlar.
Örneğin Cambridge Üniversitesindeki öğrencilerin matematik derecelerini hesapladığında bu puanların daha önce 1800’ lerde Belçikalı İstatistikçi Adolph Quetelet’ in bulduğu normal dağılım eğrisine benzer şekilde yerleştiğini bulur.
Sonunda Galton, çocuklar ve babalarının boyları üzerinde bir çalışma yaparken günümüzdeki korelasyon kavramının temelini oluşturacak birlikte değişme (co-relation) ilkesini ortaya atar. Bu değişim değerlerini bir çizelge üzerinde yerleştirdikten sonra adına regression dediği bir eğri bulur. İlk zamanlar ne olduğunu kendisinin de anlamadığı bu eğrinin eğiminin ilişkinin doğası hakkında bir bilgi verdiğini keşfeder.

 

Yandaki şekil Galton’ un, babaların ve çocuklarının boylarını karşılaştıran bir çizelgesinden alınmıştır. Bu çizelge verilerini değerlendiren Galton, babaların ve çocuklarının boyları arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu bulmuştur.

Bugün regresyon eğrisi olarak bildiğimiz bu eğrinin ifade ettiği korelasyon katsayısı daha sonra Galton’ un öğrencisi olan Karl Pearson tarafından bulunmuştur.
Galton bu çalışmalar sonucunda 1884’ de Antropometrik Laboratuarı’ nı kurdu. Bu laboratuarda tepki (reaction) zamanı, görme ve duyma keskinliği gibi çeşitli özellikleri ölçtü. Galton’ a göre bu tür duyusal-motor becerilerle entellektüel beceriler arasında yakın ilişki vardı. İleri derecede zihinsel bozukluk gösteren kişiler üzerinde yaptığı çalışmalarla bu varsayımını sınadı ve varsayımını destekleyen kanıtlar elde etti. Belli psikolojik özelliklere bakarak diğerlerinin miktarı hakkında yorumlar yaptı ve böylece Galton, parmak izine bağlı olarak suçlu tespiti, ikiz çalışmaları, coğrafi keşifler ve korelasyona ek olarak bir de eşit aralıklı ölçeği literatüre sokarak sadece ölçmenin değil bir çok alanın babası olduğunu ispatlamıştır.

    Cattell ve Zeka Ölçülüyor
Wundt’ un yanında Leipzig’ de doktorasını tamamlayan James McKeen Cattell, Amerika’ ya döndükten sonra Avrupa’ da görüşlerini öğrenip benimsediği Galton’ un duyusal-motor keskinlikle zihinsel gelişmişlik görüşünü daha da ileriye götürerek psikoloji literatüründe ilk kez “zihinsel test” kavramını kullanmıştır. Cattell’ e göre entellektüel gelişmişlik düzeyini en   iyi  yordayan  özellik  duyma,   görme,   ağırlıklar  arasındaki   ufak  farkları  ayırt edebilme  gibi duyusal motor organizasyon becerilerinin gelişmişliğiydi. Daha sonra Cattell dönemin lise öğrencilerine bazı testler uygulayarak çeşitli sonuçlar aldı. O dönemin ünlü klinisyeni ve akıl hastalıklarının ilk sınıflayıcısı Kraepelin, Cattell’ in görüşlerinden etkilenmiştir.
Görüldüğü gibi 1800’ lü yılların sonu 1900’ lü yılların başında insana yönelik temel sorunun, “insan nedir” sorusunun cevabı rasyonalist uçtan giderek uzaklaşmış deneyimci uca yaklaşmıştır. Yani artık insanın incelenebilir, anlaşılabilir bir varlık olduğu düşünülmeye başlanmıştır.

    Binet Ve İlk Zeka Testi
1904 yılında Fransa Milli Eğitim Bakanlığı geniş bir eğitim seferberliği başlattı ve sıradan eğitime ayak uyduramayan ya da uyduramayacak olan çocukların seçilebilmesi için bir komisyon oluşturdu ve bu komisyonun başına o dönemde Paris Sorbonne Üniversitesi Psikoloji Laboratuarı direktörü olan Binet’ yi atadı. Fransız hükümeti genel eğitimi zorunlu kılacak bir yasa için hazırlıklar yaparken Binet de çocukları ayırt edebilecek bir test geliştirme çalışmalarına başlamıştı. Ayrılan bu çocuklar özel eğitime tabi tutulacaklardı. Binet ve arkadaşı Simon yaptıkları karmaşık bilişsel becerilerle ilişkili olduğunu düşündükleri bellek, sözcük ve mantıksal çıkarım gibi testlerle işe başladılar. Piaget, Simon’ un kurduğu laboratuarda çalışmalar yapıyordu. Bu nedenle Piaget’ nin zeka üzerine yaptığı çalışmalardan Simon etkileniyordu. Örneğin Binet ve Simon yaptıkları gözlemlerde bazı 6 yaşındaki çocukların rahatlıkla yaptığı davranışları 9 yaşındaki zihinsel özürlü çocukların ancak yapabildiklerini saptıyorlardı. Böylece zekanın yaşla ilişkisi olabileceğini düşünmeye başladılar. Aynı zamanda Piaget’ nin zekanın gelişimiyle ilgili dönemlerine hem katkı yaptılar hem de bu dönemler görüşünden etkilendiler.
Binet ve Simon, yaptıkları çalışmanın sonuçlarını 1905 yılında yayınladılar. Bu Binet zeka ölçeğinin ilk versiyonuydu ve ölçüm sonuçları daha çok ortalamalar üzerinden elde ediliyordu. Bu sonuçlar da çocuğun bulunduğu yaş grubuyla karşılaştırılarak anlamlandırılıyordu. Bu test 1908 ve 1911 yıllarında düzeltmelere uğrayarak yeniden yayınlandı. 1912 yılında Alman psikolog William Stern, IQ olarak bilinen zihin katsayısını (intelligence quotinet) ortaya attı ve böylece ölçmenin altın çağı başlamış oldu.

    Testler Askerleri Ayırıyor ve İlk Grup Testleri
Binet ve Simon’ un testi üzerinde daha sonraları Stanford Üniversitesi’ nde Terman tarafından yenileştirici ve standardize edici bazı çalışmalar yapıldı ve Stanford-Binet Zeka Ölçeği olarak son hali verildi.
1917   yılında   Amerika   Birleşik   Devletleri   1.   Dünya   Savaşı’ na   girince   savaşa
gönderilecek askerlerin nereye ve hangi görevle gönderileceklerini saptamak için Birleşik Devletler, Amerikan Psikologlar Birliği’ nden bir komisyon oluşturmasını istedi. Oluşturulan bu komisyonun başında Robert M. Yerkes vardı. Yapılan çalışmalar sonucunda birisi okuma yazma bilenler için (Army Alpha) diğeri okuma yazma ve İngilizce bilmeyenler için (Army Beta) iki test hazırlandı. Bu testler aynı zamanda ilk kez testlerin sözel ve performans olarak ikiye ayrılması demek oluyordu. Dahası çoktan seçmeli ve objektif madde tipleri ilk kez kullanılmaya başlıyordu. Bu testler genel olarak askerlerin “zeka düzeyini” ölçüyor, “zeki” olduğu düşünülen askerler daha önemli işlerde görevlendiriliyorlardı. Daha sonraları 1. Dünya Savaşı bitince Army Alfa ve Army Beta testleri tabii ki isimleri ve içerikleri değiştirilmiş şekilde sivillere de uyarlanarak kullanıldılar. Öğretmenler sınıflarında bu testleri uyguladılar. Suçlulara bu testler uygulanarak çeşitli sonuçlar çıkarıldı.

    Kim, Neyi, Ne Kadar Yapar?
1930’ ların sonu ve 1940’ ların başında çalışmalar bu yönde ilerlerken zeka testlerinin kişileri belirli sınıflara ayırdığı ama bu ayrılmış kişilerin ne yapabilecekleri konusunda elde çok bilgi olmadığı görüldü. Birinci Dünya Savaşı’ ndan sonra psikologlar genel zeka testlerinin yanında bireyler arasında karşılaştırma yapabilmek için genel yetenek testlerinin de gerekli olduğuna inanmaya başladılar. Bu tür görgül çalışmalar devam ederken bir yandan da istatistiksel buluşlar hızlanmaya başlamıştı. Ünlü İngiliz psikolog Charles Spearman, puanlar arası ilişki konusunda çalışırken yeni bir korelasyon hesaplama yöntemi buluyordu. Kelley ve Thurstone birisi İngiltere’ de birisi Amerika’ da olmasına rağmen Faktör Analizi konusunda yeni buluşlar yaptılar. 1945 yılında 2. Dünya Savaşı çıkınca Birleşik Devletler, ordusu bünyesindeki psikologlara tekrar görev verdi ve özellikle Hava Kuvvetleri’ ndeki pilotların ve bakım elemanlarının seçiminde tekrar testlere ihiyaç duyuldu. Bu nedenle testlerin, kişilerin neyi, ne kadar yaptıklarına duyarlı olmaları problemi ortaya çıktı. Bu nedenle literatüre ilk kez ayrıcalıklı yetenek testleri ve çoklu yetenek bataryaları kavramları girmiş oldu. Ordu içinde pilotlar, bombacılar, telsizciler, radarcılar ve daha birçok görev grupları için özel testler geliştirildi.
Genel yetenekler testleri için çalışmalar devam ederken temelini 1845’ ten alan bir akım daha vardı. Boston okullarında ilk kez denenen bir test, çocukların sözcük heceleme konusundaki başarılarını ölçmeyi amaçlıyordu. Bu testten elde edilen sonuçlarla her bir çocuğun sınıfta heceleme için ayırdığı zamanın farklı olacağı bulundu. Bazı çocuklar bu konuyu daha  çabuk  öğreniyor  ve  diğer  konulara geçebilecek duruma geliyorlardı, fakat müfredat izin vermediği için diğer öğrencileri beklemek zorunda kalıyorlardı. Bu durumu ortadan kaldırmak amacıyla  uygulama  biçimi  ve  puanlanması  uygulamadan  uygulamaya  değişmeyen  okul   testleri geliştirilmeye başlandı. Daha sonra bu “standart” okul (başarı) testleri sadece müfredatın gidişatını belirlemek için değil aynı zamanda başarılı olabilmeleri için belirli nitelikleri karşılamaları beklenen öğrencileri, eyaletlerin seçkin okullarına seçebilmek için de kullanıldı. 1900’ lü yılların ilk çeyreğinden itibaren de bu testler sadece okullarda değil belirli mesleklere eleman seçerken kullanıldı.

    Kişilik ve Ölçme
Konumuzdan fazla uzaklaşmamak şartıyla kişiliğin ölçülebilmesinin tarihini incelerken klinik psikoloji tarihinin alanına da girmek zorunda kalacağız. 1890’ larda psikopatoloji konusunda ilk sınıflandırma çalışmasını yapan Kraepelin, hastalarına verdiği bazı kelimelere karşılık akıllarına gelen kelimeleri yazdığı bir serbest çağrışım testi kullanıyordu. Açlık, ilaç kullanımı gibi durumların belli kelimelerin çağrışımını arttırdığını saptıyordu. Daha sonra Woodworth 1. Dünya Savaşı döneminde ciddi rahatsızlıkları olan ve bu nedenle savaşa gidemeyecek olan kişilerin kabaca tespit edilebilmesi için bir kendini-sunma (self-report) envanteri geliştirdi. Bu günümüzde alışık olduğumuz bir kişilik ölçeğinin ilk prototipiydi. Sonraları bu envanter sivil yaşama da uyarlanarak okulda, işte, evde uyum envanteri olarak kullanıldı.

    Günümüzde Ölçme
Bir süre sonra quantum teorisinin sosyal bilimlerdeki bir yansıması olarak, psikolojik dünyaya ait özellikler ayrıştırılmaya ve ayrışan her bir parça farklı yaklaşımlarla incelenmeye başladı. Giderek ölçülecek özelliklerin birer bütün değil, bütünün parçaları olduğu görüşü hakim oldu. Her bir kuramcı gerçeğin doğasına kendi gözleriyle bakmaya başladı. Başta da anlattığımız gibi, antik çağın septiklerinin “herşeyin ölçüsü insandır” görüşü yeniden fakat biçim değiştirmiş olarak düşünsel sahaya geri dönüyordu. Her kuramcı kendi açıklama biçimine göre ölçek geliştiriyor ve kullanıyordu. Zeka konusunda Amerikalılar işlevselci bakış açıları nedeniyle yapısalcı Piaget’ yi anlamıyorlar ve 1960’ ların ortalarına kadar sadece anlamadıkları için Piaget’ yi üniversite müfredatlarına almıyorlar ve üzerinde çalışmalar yapmıyorlardı. Avrupa ise bilime ve onun entellektüel mirasına saygısını sürdürüyor, kuramlar geliştirmeye devam ediyor ve görgül olmaktan çok rasyonalist bilimsel anlayışa ağırlık veriyorlardı. Amerika ise kullanışlılığı temel alan bilimsel çalışmalarıyla, görgül yöntemle elde edilen bilginin gerçek bilgi olduğunu ve geliştirilecek herhangi bir aracın amaca maksimum derecede  hizmet  etmesini  istiyordu.  Test  ihtiyacının durup dururken kuramsal bir önermeden
değil de Dünya savaşlarındaki başarısını kontrol altına almak istemesinden doğması bunun en iyi  kanıtıydı. Biyografik bir kaç kaynak Skinner’ ın edimsel koşullama ilkesini bulmasına yol açan  şeyin  Birleşik  Devletler  Ordusu’ nun  kendisine  verdiği,  güvercinlere  ayaklarına  ufak bombalar takarak düşman askerlerinin üzerine bırakmayı öğretmesi görevi olduğunu söylemektedir. Aynı şekilde sosyal psikolojinin ana konularından biri olan tutum konusunun, Dünya savaşları sırasında azalan et kaynaklarının yaratacağı tepkiyi engellemek için Amerikan halkını patates cipsine ve pop-corn’ a yöneltmeyi amaçlayan çalışmalarla ortaya çıktığı söylenmektedir.  Bu  nedenle  ölçme  literatüründe  adları  en  çok  duyulan  Wechsler ve Minesota ölçekleri Amerika’ da yüksek deneysel çalışmalarla geliştirilmiştir. Çünkü bu testler kullanışlılığı çok yüksek olan testlerdir.
Bugün dünyada hala ölçme konusunda bir çok çalışma yapılmaktadır. Ölçeklerin duyarlılığını ve hatasızlığını arttırmak için her geçen gün yeni bulgular ve ürünler ortaya çıkmaktadır. Henüz  ülkemizde yeni yeni alışılan bir çok ölçeğin dışarıda yeni formları ve revizyonları yayınlanmıştır. Bunlardan en çarpıcı olanı WISC’ tir. WISC-R henüz konuyu bilmeyen kişilerin elinden alınıp ehliyetli kişilerin kullanımına açılmışken WISC-III Amerika’ da kullanıma çıkmıştır. MMPI’ ın klinik kullanımı ve normları ülkemizde çoktan ömrünü doldurmuşken MMPI-2 yurtdışında aktif olarak kullanılmaktadır. Karar vermede kullanılan bir çok testin norm grupları artık yaşamda değildir ama hala kullanılmaktadır.

Murat Akyıldız


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir